WR: Tamga’yı kurana kadar geçen süreç nasıldı, biraz anlatır mısınız?
1988’de üniversiteden mezun oldum. Yüksek lisansa kendi bölümümde başladım sonra Avrupa Topluluğu’nun siyasi yapısı üzerine çalışmaya başladım. 4-5 yılım bununla geçti, daha sonra arkeolojiye dönmeye karar verdim ve yüksek lisans orada tamamladım. Hedefim asistan olmaktı. Olamayınca öğretmenlik yapmaya karar verdim. Babam da öğretmendi, Türkiye’nin her yanını gezdim. 5 yıl evvel, çok üzülsem de öğretmenliği bırakma kararı aldım. Öğretmenlik ikinci iş olarak yürütülebilecek bir şey değil bence, çok hassas bir iş. Ama üretmeyi düşlediklerimi üretmek için de bu tercihi vermeliydim. Şimdi bile yolda yürürken güzel bir taş görsem alır cebime atar, atölyeme getiririm.
WR: Tasarımlarınızda, mitolojik öğelere küçük heykeller ve gravürler halinde, çok çeşitli taşlar kullanarak biçim veriyorsunuz. Akademik eğitiminizin yanı sıra bu süreci destekleyen kaynaklar nelerdir?
Dedemin bir tarlası vardı. Ormanın kıyısında, ormana bitişik bir tarla. Erciyes Dağı’na çok yakın olduğundan volkanik bir araziydi. Bir sürü renkli taş vardı. Taş toplar, biriktirirdim. Liseye başladığım zaman, biriktirdiğim taşları kategorize etmeye başlamıştım. Bir de tarlanın çevresinde tarihi kalıntılar vardı, oralarda oynardım. Heykelleri, heykel parçalarını görüyordum. Arkeolojiye olan ilgim o zaman başladı. Üniversite yıllarımda biriktirdiğim taşları analiz ettirmeye, neler olduklarını öğrenmeye başladım. Şimdi bile yolda yürürken güzel bir taş görsem alır cebime atar, atölyeme getiririm. Şekillendirmek için uygun sertlikte olan tüm taşları kullanıyorum. Değerli, yarı değerli, değersiz diye ayırmıyorum hiçbir materyali. Taş koleksiyonculuğunu ve arkeolojiyi, öğretmen olup İstanbul’dan ayrılınca birleştirdim. İstanbul’dan ve problemlerden uzaktım, dersler yarım gündü. Okuldan kalan zamanlarımda resim ve gravürle uğraşıyordum, bu işleri hiç bırakmadım. Taş kesimi ve tıraşı yapmayı öğrendim. Ham taşları ve kristalleri kendim kesip şekillendirebiliyordum. Lisede Endüstri Meslek Lisesi Metal Bölümü’nde okumuştum, oradan aklımda kalan bilgilerle kuyumculuğumu geliştirdim. Kendi kendimi eğittim diyebiliriz. Sonra, İstanbul’a gelince işler değişmeye, büyümeye başladı.
WR: Nasıl değişmeye başladı?
Kardeşim İstanbul’da yaşıyordu. Yaptıklarımı görünce beni tasarımlarımı göstermem konusunda ikna etti beni. O piyasayı tanıyordu, ben de yavaş yavaş öğrenmeye başladım. Öğretmenliği bıraktıktan sonra bir çok yerle çalıştım. 2009’da tek başıma devam etmeye karar verdim. Çalıştığım yerlerin oturmuş stilleri vardı, güzel de stillerdi bunlar ama bunların dışına çıkamıyorlardı. Ben daha farklı şeyler yapmak istiyordum. Böylece Tamga’yı kurdum.
WR: Tasarımlarınızı hayata geçirirken kullanmayı tercih ettiğiniz bir teknik var mı?
Bizim çok önemli, bilinmeyen sanatlarımız var. Tamga adına konuşmuyorum, Türkiye’den bahsediyorum. Geliştirmiyoruz, üstüne düşmüyoruz. Ben gümüş üstüne 24 ayar altın kaplamayı seviyorum. Altın ve gümüş birbirini tamamlıyor. Saf 24 ayar altından takı yapmayı çok doğru bulmuyorum çünkü son derece yumuşaktır, çabuk deforme olur, üzerine eklenen taşı tutamaz. Gümüşün üzerine altın kaplama yapmayı atalarımız tercih etmiş. Bu yönüyle de benim tasarımlarımın tarihsel sanat ve kuyumculuğu bir araya getirme amacını tamamlıyor.
Çok farklı materyallerle çalışıyorum. Bütün ahşaplarla çalışıyorum mesela. Sadece taş ve maden ya da bilindik ağaçların kullanımına karşıyım. Kayısı, elma ya da kavak ağacı da var? Örneğin fildişi de çok ilginç bir malzeme, çok ilginç bir dokusu var. Kuka da öyle. Osmanlı’da kuka tespihi olmayan hekimbaşı saraya giremezmiş. Antiseptik bir malzeme kuka. Çok da sert. Mesela abanozdan çok daha sert. Çok güzel parlatılabiliyor, çok güzel ayrıntı işlenebiliyor sert olduğu için. Aklınıza gelen her türlü taşı kullanıyorum Şimdi bile yolda yürürken güzel bir taş görsem alır cebime atar, atölyeme getiririm. Deniz kenarından taş toplamak zaten benim için bir hastalık. Bufalo boynuzu kullanıyorum, kemik kullanıyorum. Bu ürünler Endonezya’dan geliyor. Tarihi İpek Yolu hala var aslında, havadan geçiyor denizden geçiyor ama var. Oradakilerin torunlarının torunları, buradakilerin torunlarının torunlarıyla tanışmış ve o bağlantı kopmamış.
WR: Estetik kavramı sizin için ne ifade ediyor?
Estetik modaya, kabule bağlıdır. Her insan kendisi için mükemmeldir. Her canlı mükemmeldir. Ama sırf bu değil tabi. Ortak payda olarak benimsediğimiz şeyler var, örneğin binlerce yıl önce yapılmış çok güzel ve özel eserler. Altın oran mesela. Dünyanın neresine giderseniz gidin herkesin içinde bir simetri anlayışı, bir uyum var. Farklı sesler versek de aynı notaları kullanıyoruz. Bu frekanslar genlerimize işlemiş gibi. Belki de bilinçaltımızda tanımlayamadığımız bir ölçü anlayışımız var. Bunun için estetik anlayışımız ortak. Bir tasarımcı olarak benim için estetik olanın ne olduğunu konuşacak olursak keskin hatlardan pek hoşlanmıyorum. Doğallığı severim, maddeyi doğası dışına çıkarmam. Yapılan her şey doğayla uyumlu, doğanın içinde olmalı. Doğada da çok keskin bir şey yok, ovaller yuvarlaklar var. Benim düşüncem doğal, çevreyle uyumlu ürünlerle çalışıp sanatı ve kendi geçmişimi ürünlerime yansıtmamın doğru olduğu yönünde.
WR: Mücevher dışında başka tasarımlarınız var mı?
Tabi. Heykel çalışıyorum, gravür çalışıyorum. Uzun süredir ara verdiysem de resim yapıyorum. Müzikle uğraşıyorum. Kişiye özel ürün hiç yapmadım çünkü fırsatım olmadı. Tamga’yı kurduktan hemen sonra iki fuara katıldık. Çok güzel tepkiler aldık ama fuarların hazırlık süreçleri, koşuşturması derken hiç böyle bir fırsatım olmadı.
WR: Tasarım sürecinde önce tasarımıma mı yoksa kullanacağınız malzemelere mi yoğunlaşıyorsunuz?
Acaba birisi şarkı söyleyip mi müzik aletini icat etti yoksa tam tersi mi oldu diye hep düşünmüşümdür ben. Bazen bazı materyaller seni bir şey yapmaya itiyor, öyle durumlarda tasarımla materyal seçimi aynı anda gelişiyor. Ya da bir materyal geçiyor eline, “Bundan çok güzel kolye olur” diyorsun; oluyor. Bazen de işlemek istediğin öğeye karar verdikten sonra hangi materyal olur diye düşünüyorsun. Özelliklerini belirliyorsun yavaş yavaş. Böylece tasarım ortaya çıkıyor. Ama genelde ben de hikâyeden çıkar tasarımlar. Hikâye vardır, bir şey işlemek istiyorumdur. Gerisi gelir.
WR: Taklit edilmekten korkuyor musunuz?
Hiç böyle bir korkum yok. Şayet şöyle olursa tabi; toplum bana bir şeyler verdi ben de bir şeyler yaptım. Ben de bir şeyler vereceğim, üzerine birileri bir şeyler ekleyip üretecek… Ben buna inanıyorum. Birilerinin bu şekilde benden ilham olmasını özelikle isterim. Sandıklar ve eski kapılar. Eskiden çivi yoktu, sıcak demircilik vardı. Giderdin adam hemen çivi yapardı. Düzgün olmazdı o çiviler tabi. Tahtalar elle yapılırdı. Bunlar beni etkilemiştir. Ben de o mantıkla yaptım yüzüklerimin etrafındaki süslemeleri. Bunun dışında mitoloji ve tarihin tasarımlarımdaki etkileri tartışılamaz.
Tamga markasıyla, çini ve gravür sanatının mikro örneklerini yerleştirdiği yüzüklerini dünyaya satan Kutlay Susam, özellikle yurt dışında büyük ilgi görüyor. Yüksek arkeoloji eğitimi alan Kutlay Susam, bu ilgiyi kuyumculuk mesleğinin doğuş yerinin Anadolu toprakları olmasına bağlıyor
KutlayTansel Susam, evrenin onu takı tasarımcısı olması için yönlendirdiğine inanıyor...
Dedesinin tarlasında bulduğu dogal taşlarla başlayan yolculuğu, lisede metal bölümünde okumasıyla şekillenmiş, ardından üniversitede arkeoloji eğitimi almış üstüne de yüksek lisans yapmış.
İnat edip yapımı zor olduğu içın artık kaybolmaya yüz bulan Amavut zindrini Kapalıçarşı'da yeniden üretince ilk eserlerini vermeye başlamış. Resim yapabilen, gravür sanatıyla uğraşan, harika mozaikter hazırlayan Susam, tüm bu yeteneklerini şimdi özellikle yüzüklerin üzerinde birleştiriyor.
Artık dünyaca ünlü olan mücevher tasanmcısı Sevan Bıçakçı'nın da pek çok ünlü yüzüğünde onun emeği var. Küçücük yüzüğün içine Süleymaniye Camii'ni ve gökte uçan martıları yerlestiren o
Susam ve Bıçakçı, dünyaya Türk kültürünü yaymak için yola çıkarken ancak bu şekilde fark yaratacaklarını biliyorlarmış. Susam, şimdi kendi atölyesinde bu kez çok daha farklı eserlerle yaşadığı coğrafyanın ve üzerinde pek çok kültüre ev sahiplıği yapan Anadolu'dan etkileniyor.
"Bunlan ben yaptım diyemem zira ben sadece bu toprakların izlerini toparlıyorum" diyor.
Kutlay Susam 'ın yüzüklerinde sadece taş yok hatta taş değil, kuka, fildişi gibi çok sert doğal malzemeler de kullanıyor. Bunları altınla birleştirip minicik heykellerle süsleyip mozaiklerle renklendiriyor. Mikro gravürleriyle harikalar yaratıyor.
Markasını kuralı, bir yıl olmasına rağmen yurtdışında pek çok fuara katılan Susam, büyük ilgiyle karşılaşmış. Hatta emeğine ve yaratıcılığına hayran kalanlar boynuna sarılmış, elini öpmek isleyenler bile olmuş.
Bir yüzüğün yapımının iki buçuk ayı geçiiğini hatta mozaik bir kolyeyi 8 ayda bitirdiğini anlatıyor Susam.
Mozaiklerin taşlarını kendi yapıyor. Hamurunu hazırlıyor, incecik zar gibi açıyor ve milimetrik hesaplarla tıras bıçağıyla kesliğini anlatıyor.
"Çok ince kesmek gerekiyor mozaikleri ve renkleri de 1.200 dereceye ulaşan fırında uçmaması için dozunu iyi ayarlamak gerekiyor. İdeal renklere ulaşmak için 5 yıllık bir laboratuar aşamasından geçtik. Fırını bile kendim yaptım. Çünkü dunyada bunu yapan başka kimse yok."
5 yılın sonunda istedigi mozaiklere ulaşan Susam, şimdi bu sanatın en güzel örneklerini mücevherlerine işliyor. Şimdi dünyaca ünlü bir takı firması bu mozaiklerin pesinde ve Susam'dan kendileri için de tasarımlar yapmasını istiyorlar.
YABANCILAR DEĞERİNİ DAHA ÇOK BİLİYOR
Aynı zamanda arkeolog olan Susam, dünyanın bizim kültürel değerlerimize olan merakına hiç de şaşırmıyor hatta geç bile kalındığını düşünüyor zira "Kuyumculuk mesleğinin doğuş yeri Anadolu toprakları" diyor. "Türkiye'nin şimdiye kadar pek adı duyulmuyordu ancak bizim gibi bizim kültürümüzden izler taşıyan tasarımlara ağırlık verenler, dünyada ön plana çıkacak.
Nitekim şimdi dev firmalar gözünü bize çevirdi. "Kutlay Susam 'ın hedefi öncelikle yurtdışı zira önce yurtdısında marka olunca Türkiye'de işlerin daha kolay ilerleyeceğine inanıyor. "Türkiye'de bu sanatın kıymeti bilinmiyor. Önce yurtdışında ünlü bir marka olursak, o zaman daha kolay kabul görür" diyor.
Mücevhere Farklı Bir Bakış...
Farklı Materyalleri Bir Arada Kullanarak Anadolu'nun Köklü Kültürünün ve Sanatının "Mücevher Yolu İle" Anlatımı ve Tanıtımı
Kutlay Tansel Susam'ı atölyesinde ziyaret ettiğimizde tam da çıkmak üzereydi. Kısa bir söyleşi yaptık kendisiyle. Bu kendine has insanın yaptıkları da, en az bize anlattıkları kadar keyifliydi...
Mücevher ile ziynet arasındaki çizgide değişik malzemeleri çalışarak şık ve nadide eserleri üretme serüvenini bize anlatabilir misiniz?
Çocukluğumun geçtiği bölge, volkanik özellikler taşıyan, eski medeniyetlere de ev sahipliği yapmış, Selçuklu ve Osmanlı döneminde önemi olan, antik ticaret yollarının da kesiştiği zengin bir coğrafyadır.
Babamın görevi nedeniyle de Türkiye'nin çok farklı yerlerinde bulundum. Bu süreçte taşlara ve eski kalıntılara olan ilgim artarak devam etti. Zamanla bu taşların ve minerallerin özelliklerini araştırmaya ve öğrenmeye başladım. Metal işleri bölümünü, metalurji bölümü sanarak, yanlış bir bölüm okumak zorunda kalmam, benim bugünkü yaptığım kuyumculuğun temeli olmuştur.
KENDİNE ÖZGÜ YÖNTEMLER
Üniversitede, isteyerek ve bilerek Arkeoloji bölümünü seçtim. Kardeşim Gündüz Tansel ile amatör olarak kuyumculuk ile uğraşırken; genellikle unutulmaya yüz tutmuş geleneksel kuyumculuk teknikleri üzerinde yoğunlaştık.
Çalışmalarımda taş ve madenin yanında fil dişi, mors dişi, çeşitli boynoz ve kemikler, abanoz, kuka gibi ahşaplar, kaplumbağa kabuğu, çeşitli deniz kabukları ve mercan gibi organik malzemeleri de kullanmaya başladım.
Üniversiteden itibaren taşları ve madenleri işleme yöntemleri üzerinde araştırmalarım daha da yoğunlaştı. Oluşturduğum atölyede kendime özgü yöntem ve teknikler geliştirdim. Taş ve madenlerin ilkel koşullarda nasıl işlenebileceği ile ilgili beni tatmin edecek somut verilere ulaşmak amacı ile çeşitli üretim yöntemleri denedim.
Bu çalışmalar beni belli bir noktaya getirdi. Çoğunlukla günümüz teknikleri dışında kendine özgü el işçiliği ağırlıklı teknikler geliştirdim.
MOZAİK
Ayasofya'da katıldığım restorasyon çalışmalarında, mozaikler bende yeni bir ilgi alanı oluşturdu. Önce cam ve taşia başlayan bu yolculuğum daha sonra seramik mozaik üzerine yoğunlaştı. Yıllar içinde renkli bir gövde hamuruna sahip bir tür seramik hamuru geliştirdim. Bu hamurumu once nazar boncuğu üretiminde kullandım. Daha sonra daha da minik parçalar elde ederek mozaiklerin mikro örneklerini yapmaya başladım. Şu anda özellikleri yönünden benzeri olmayan ve her türlü renkte
üretilebilen tek seramik hamurudur. Takı tasarımlarımda, dünyadaki alışılmış çizginin dışında farklı materyalleri bir arada kullanarak, Anadolu'nun köklü kültürünün ve sanatının mücevher yolu ile anlatımını ve tanıtımını gerçekleştirmek istedim. Amacım, Anadolu'da kullanılmış, kaybolmaya yüz tutmuş kültürel öğeleri mücevherde buluşturup, farklı bir yorumla sunmaktı. Benim takı anlayışım, takının üzerinde kullanılan materyallerin ekonomik değeri dışında takan kişinin benliği ile bütünleşen ve bunu, içinde yaşadığı topluma ifade edebilme özelliğine sahip, takan kişi için de anlamlı, sanatsal ve kültürel öğeleri üzerinde barındıran bir aksesuardır. işte bu aksesuar kullanılan değerli madenler ve değerli taşlarla da bütünleştiğinde bir mücevhere dönüşmektedir. Bence mücevher, üretimi yapıldığı yeri ve toplumu değerlerine de değer katarak yansıtmalıdır. Nitekim ben tasanmlarimda kullandığım materyalleri değerli değersiz diye sınıflandırmaktan öte, estetik ve kullanışlılık açısından uyumlu veya uyumsuz olarak nitelendirip kullanıyorum.
Geleceğe Gururla Bırakılacak Miraslar
Ben insanlara salt takıdan öte torunlarına gururla birakabilecekleri bir miras vermek istiyorum benim için mücevher budur.
Yaptığım tasarımları, kendi toplumumun kültürel, tarihi ve sanatsal birikimlerini de yozlaştırmadan kullanarak gerçekleştirmeye özen gösteriyorum. Çünkü, gelişen dünyada artık her yer çok daha yakın. Türkiye'nin mücevher üretiminde dünyada önemli bir yerde olması gerektiğini düşünüyorum. Kuyumculuğun doğum yeri olan, bir çok medeniyete ev sahipliği yapmış bu topraklarda, iki büyük imparatorluğun kuyumculuk merkezi durumundaki Kapalıçarşı'nın kendi birikimlerinden yeterince faydalanamadığı kanısındayım.
İçinde yaşadığımız cömert ve doğurgan Anadolu topraklarında istediğimiz her türlü zenginliğe sahibiz. Bu bilinçle hareket edip, duyarlı bir şekilde davranırsak her konuda başarılı olacağımıza inanıyorum.
Tulip Bed ( Lalezar ) Tamga Kuyumculuk tarafından, geleneksel Osmanlı sanatından esinlenerek üretilmiş bir eserdir. Bu eserde kakma / inlay tekniği ile abanoz zemin üzerine oyulmuş yuvalara; mikro ölçekte mercan, yeşim taşı, fil dişi ve kukadan oluşturulan laleler yerleştirilerek altın ve değerli taşlarla süslenmiştir.